#Mektup kitapları
Explore tagged Tumblr posts
Text
Odette' e iki cevabı mektup yazdım ama birine cevap vermedi; öteki de geri geldi. "Gönderene iade" mührü vurulmuştu üstüne.
Ertesi yıl Paris'e dönünce soluğu Saint-Jacques sokağında aldım; eski evimin bulunduğu sokakta. Benim odamda bir Çinli öğrenci ıslığıyla Grizri valsini çalıyordu. Odette'in penceresi kapalıydı ve kapısına bir pusula asılmıştı: "Kiralık Ev."
Hemen hemen bir aydır Londra'daydım. Şu mektup Odette'ten gelmişti:
Paris, 21 Eylül 1930
Sevgili Cemşid;
Ne kadar yalnız olduğumu bilemezsin. Bu yalnızlık azap veriyor bana. Bu gece seninle biraz konuşmak istiyorum. Çünkü sana mektup yazarken seninle konuşuyor gibi oluyorum. Mektubumda 'sen' diye hitap ettiğim için bağışla beni. İçimdeki derdin ne büyük olduğunu bir bilsen!
Günler ne kadar uzun! Saatin akrebi o kadar ağır hareket ediyor ki ne yapacağımı bilemiyorum. Zaman sana da mı bu kadar uzun geliyor? Paris'teyken her dakika gözümün önündeki o küçük odada olduğu gibi başının hep kitapta olduğundan eminim ama belki orada bir kızla tanışmışsındır. Şimdi odayı bir Çinli öğrenci tuttu, ama dışarıyı görmemek için pencereye kal��n bir perde astım. Çünkü döne döne 'Başka diyara giden kuş geri dönmez' şarkısını söyleyen sevdiğim kişi yok orada.
Üç Damla Kan, Sâdık Hidâyet
7 notes
·
View notes
Text
KİTAP ÖNERİSİ
Kitap adı: Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç
Yazar: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Konusu: Kuyrukluyıldız'ın Dünya'ya çarpacağı vb. şeyler gibi söylemler üzerine İrfan kadınların ilgisini çekecek bir konferans düzenler bu konu hakkında. Daha çok kadınları korkutmak ister. Konferans bitiminde bir tane mektup alır. Mektupta bir kadının kuyrukluyıldız ile ilgili soruları ve merakları vardır. İrfan mektuby yazan kadına aşık olur. (Çok iyi anlatamadım ama genel olarak kitap bunlardan ibaret diyebilirim)
Kendi düşüncelerim
Genelde klasik kitap okumam daha doğrusu okuyamam, dili bana ağır ve sıkıcı gelir. Ancak bu kitap beni hiç sıkmadı. Yaklaşık üç günde bitirdim. Hatta arkadaşıma da ertesi gün önermiştim. Benim aksime fazla kitap okuyan biri değil buna rağmen o da iki günde falan bitirmişti. Kısaca dili gerçekten iyi ve kendisini okutturuyor. Stefan Zweig'in kısa olan kitapları dışında iki yıl sonra bir klasik kitabı bu kadar kısa sürede okudum. Kitapta bana saçma gelen yerler de vardı. Tamamen kusursuz diyemem ama o zamanın koşulları göz önünde bulundurulduğuna gayet normal.
#kitap sözleri#kitapsever#kitaplar#kitapkurdu#kitap#kitap önerileri#kitapönerisi#kitap önerisi#sözler#kitap alintilari#kitap alıntıları#kuyrukluyıldız altinda bir izdivaç#hüseyin rahmi gürpınar#postlarim#postlarım#my post#post
16 notes
·
View notes
Text
Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da
Uzun bir hastalık gibi
Aralıksız dinlediğim alaturka bir fasıl gibi
Gökyüzüne bakmayı, dostlara mektup yazmayı
Çiçekleri sulamayı unutmuşluğum gibi
Bitti.
Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da
Yürümeyi yeniden öğrenen felçli bir çocuk gibi
Sokağa çıkmalıyım şimdi ve çoktandır
İhmal ettiğim dostlara yeni bir adres bırakmalıyım
Pencereleri açmalı, kitapları düzenlemeliyim
Belki bir yağmur yağar akşama doğru
Yarıda bıraktığım şiirleri tamamlarım
Aşk da bitti diyordu ya bir şair
Aşk bitti işte tam da öyle
10 notes
·
View notes
Text
Sabahattin Ali Kimdir?
“Başın öne eğilmesin,
Aldırma gönül, aldırma...”
Ülkemizin önemli yazarlarından ve şairlerinden olan Sabahattin Ali 25 Şubat 1907’de Eğridere Edirne’ de doğdu. İstanbul’daki Muallim Mektebi’nde aldığı nitelikli eğitim sayesinde Yozgat’ta öğretmenlik yapmaya başladı.
Birkaç yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yabancı dil eğitimi alması amacıyla yurtdışına gönderilen isimler arasındaydı. 1928-1930 yılları arasında yabancı dil eğitimini Almanya’daki bir dil fakültesinde aldı. Burada Ivan Turgenyev, Edgar Allan Poe, Thomas Mann gibi yazarların eserleriyle tanıştı. Sabahattin Ali’nin bu yazarlardan etkilendiği görülmektedir.
Türk Ulusu’na hakaret eden koyu milliyetçi bir Alman gencini tartakladığı gerekçesiyle Almanya’daki eğitimi sonlandırıldı ve Türkiye’ye gönderildi. Bazı kaynaklar, Ali’nin Türkiye’ye dönüşünün sebeplerini başka nedenlere bağlamaktadır.
Türkiye’ye döndükten sonra önce Bursa’da öğretmenlik yaptı; ardından Aydın’da bulunan bir okulda Almanca öğretmeni olarak çalıştı. Ali, Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle ve çeşitli politik suçlamalar nedeniyle tutuklandı ve Sabahattin Ali’nin yaşam öyküsündeki yeri iyi bilinen Sinop Cezaevi’ne gönderildi. Suçlamaların yersiz olduğunu kanıtlarcasına Atatürk’e ithaf ettiği Benim Aşkım adlı şiirini ve başka bir amaçla da Esirler adlı tiyatro oyununu yazdı. Ayrıca ülkemizde çok sevilen şarkı “Aldırma Gönül”ü de Sinop Cezaevi’nde geçirdiği günlerde yazdı.
Eşi Aliye Hanım’la 1935 yılında evlendi. Bu evlilikten Filiz Ali adında bir çocukları oldu. Filiz Ali 5 yaşındayken yazdığı, en iyi bilinen Sabahattin Ali kitaplarından olan Kuyucaklı Yusuf romanı büyük tartışmalara yol açtı. Hatta Hüseyin Nihal Atsız, bu romana karşılık olarak İçimizdeki Şeytanlar adında bir eser yazmıştı.
Sabahattin Ali, birçok kez askere alınmıştı. Askere alınma sebeplerinden biri II. Dünya Savaşı seferberliğiydi ve ülkemizde hâlen çok satan Kürk Mantolu Madonna adlı meşhur eserini bu yıllarda askerdeyken yazdı.
İlerleyen yıllarda İstanbul’a gelen yazar, arkadaşı önemli güldürü yazarımız Aziz Nesin’le beraber Marko Paşa adındaki mizah dergisini çıkardı. Dergi zamanla siyasî hicivci bir hal alınca Sabahattin Ali’nin hakkında bir takım davalar açıldı ve yeniden tutuklandı.
Sabahattin Ali, son yıllarında ekonomik bunalım yaşıyordu ve tanıdıklarının yardımıyla bir kamyon edinerek nakliyecilik yapmaya başladı. Ayrıca o dönemde Türkiye’den ayrılmak istiyordu ve yakınlarına Avrupa’ya gitmek istediğinden bahsediyordu. Pasaport sahibi olamayan Sabahattin Ali, yasa dışı yollarla ülkeden kaçmaya çalıştı; fakat sebebi hâlen netlik kazanmayan bir nedenden ötürü 2 Nisan 1948 yılında hayatını kaybetti ya da öldürüldü(Kırklareli’de).
Sabahattin Ali kitapları ve şiirleri son yıllarda ülkemizde büyük ilgi görmektedir. Yıllardır düşmediği çok satanlar listelerinde yerini koruyan en sevilen eseri Kürk Mantolu Madonna’nın yanına diğer kitapları Kuyucaklı Yusuf ve İçimizdeki Şeytan eklenmiştir.
Birçok dile çevrilen Kürk Mantolu Madonna, 2016 yılında İngilizceye çevrilerek bir dünya klasiği olma yolunda büyük bir adım atmıştır ve yediden yetmişe herkesin severek okuduğu bir kitap olarak başka kitaplarda ve filmlerde de adından bahsettirmiştir.
Sabahattin Ali Kitapları
Romanlar:
Kuyucaklı Yusuf
İçimizdeki Şeytan
Kürk Mantolu Madonna
Öyküler:
Değirmen
Kağnı
Ses
Yeni Dünya
Sırça Köşk
Deneme:
Çakıcı’nın İlk Kurşunu
Şiirler:
Dağlar ve Rüzgâr
Kurbağanın Serenadı
Öteki Şiirler
Oyunlar:
Esirler
Mektup:
Canım Aliye, Ruhum Filiz
Kaynak: https://www.dr.com.tr/Yazar/sabahattin-ali/s=253771
https://youtu.be/9R4wlDAIpRw
youtube
8 notes
·
View notes
Text
Kitaplar ve Bilgelik
Ben elbette yüce bir şahsiyet,ulu bir bilge değilim.Ama,ben aydınlanmak istiyorum,fakat onlarca yüzlerce kitabı okuyacak vaktim yok,diyorsanız,size sadece şunları önerebilirim:
1:Goethe Der Ki-Goethe.Bu kitapta Goethe'nin eserlerinden seçilmiş mottolar ve alıntılar var.Arada bir göz atabilirsiniz.
2:Kitabı Mukaddes.Bu kitabı okumak için illaki Hristiyan olmanız gerekmez.Matta Bölümünü ve Hz. İsa'nın Dağdaki Vaaz kısmını okuyabilirsiniz.Ayrıca Korintoslulara Mektup 1-2 kısmı edebidir.
3:Hiç kitap bulamıyorsanız,bir özdeyişler kitabı alabilirsiniz.Rastgele bir sayfa açın ve 15 dakika göz gezdirin.İşe yarayacaktır.
4:Bir Dünya Tarihi kitabı alabilirsiniz.Bu Dünyanın tarihini bilmeden ne okusanız,boşa gidecektir.Bende var,William H.McNeill-Dünya Tarihi iyi bir kitaptır.
5:Unutmadan ,Kitabı Mukaddes'te Süleyman'ın Meselleri,Vaiz,Eyub ve Mezmurlar iyi bölümlerdir.
6:Nigel Warburton-Felsefenin Kısa Tarihi, iyi ve okuması kolay bir kitaptır.Salık verilir.
7:Türkiye'deki okurlar için,Macit Gökberk-Felsefe Tarihi.Salık Verilir.
8:Son olarak da,Ben, yukarıdaki tüm kitapları okuduysanız,Orhan Pamuk-Kara Kitap öneririm.Zaten bu kitabı zorlanmadan okuyabiliyorsanız,çok şeyler başarmışsınız demektir.
Hepsi bu kadar.Elbette istediğiniz Kişisel Gelişim kitaplarını da okuyabilirsiniz.Yeter ki, Siktir Et,Her Şey Boktan gibi kitaplar olmasın!Bunların yayımlanması bile utanç!Sevgiler!
2 notes
·
View notes
Text
Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da
Uzun bir hastalık gibi
Aralıksız dinlediğim alaturka bir fasıl gibi
Gökyüzüne bakmayı, dostlara mektup yazmayı
Çiçekleri sulamayı unutmuşluğum gibi
Bitti.
Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da.
Yürümeyi yeniden öğrenen felçli bir çocuk gibi
Sokağa çıkmalıyım şimdi ve çoktandır
İhmal ettiğim dostlara yeni bir adres bırakmalıyım
Pencereleri açmalı, kitapları düzenlemeliyim
Belki bir yağmur yağar akşama doğru
Yarıda bıraktığım şiirleri tamamlarım
Aşk da bitti diyordu ya bir şair
Aşk bitti işte tam da öyle.
6 notes
·
View notes
Text
Anton Çehov | Bahis
Karanlık bir sonbahar gecesiydi. Yaşlı banker, çalışma odasında bir ileri, bir geri yürüyor, on beş sene önce yine bir sonbahar akşamı verdiği bir partiyi hatırlıyordu. Partide pek çok zeki insan vardı ve bu insanların arasında ilginç konuşmalar geçiyordu. Konuşulan şeylerin başında ölüm cezası geliyordu.
Aralarında gazetecilerin ve entelektüellerin de bulunduğu misafirlerin büyük çoğunluğu, ölüm cezasını tasvip etmiyordu. Böyle bir cezayı modası geçmiş, ahlâka aykırı ve Hıristiyan devletler için yakışıksız buluyorlardı.
İçlerinden bazılarına göre ölüm cezasının yerini müebbet hapis almalıydı. Bunun üzerine ev sahibi banker: “Sizinle aynı fikirde değilim.” dedi. “Ne ölüm cezasını ne de müebbet hapsi denedim; ama birine öncelik tanısaydım, müebbet hapisten daha ahlakî ve daha insancıl olan ölüm cezasını tercih ederdim. Ölüm cezası adamı bir seferde öldürür; fakat müebbet hapis yavaş yavaş öldürür. Hangi cellat daha insancıldır? Sizi birkaç dakika içinde öldüren mi, yoksa canınızı uzun seneler içinde alan mı?”
Misafirlerden birisi: “Her ikisi de aynı gayeyi hayatı almak güttüğü için, eşit derecede ahlâka aykırıdır, diyerek görüşünü belirtti: “Devlet, Allah değildir. İstediği zaman eski haline getiremeyeceği bir şeyi alma hakkı yoktur.”
Misafirler arasında yirmi beş yaşlarında genç bir avukat da vardı. Kendisinin fikri sorulduğunda:
“Ölüm cezası da, müebbet hapis de aynı derecede ahlâka aykırıdır; ama ikisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalsaydım, kesinlikle ikincisini seçerdim. İyi veya kötü bir şekilde yaşamak, hiç yaşamamaktan daha iyidir.” şeklinde konuştu. Hararetli bir tartışma başlamıştı. O günlerde şimdikinden daha genç ve sinirli olan banker, birden heyecandan coştu. Yumruğunu masaya vurdu ve genç adama bağırarak: “Doğru değil! İki milyonuna bahse girerim ki, sen hapiste tek başına beş sene bile kalamazsın.” dedi. Genç adam ise: “Sözlerinde ciddîysen, bahsi kabul ediyorum; ama beş değil 15 sene hapiste kalacağım.” diyerek karşılık verdi. “On beş mi? Kabul!” diye haykırdı banker. “Ortaya iki mil- yon koyuyorum, beyefendi.”
“Anlaştık. Sen milyonlarını ben de özgürlüğü mü ortaya koyuyorum.”
Böylece bu delice ve abes bahse girildi. Sayılamayacak kadar milyonları olan şımarık ve havalı banker bahisten memnundu. Akşam yemeğinde genç adamla alay etmekten kendini alamamıştı: “Hey genç adam! Vakit varken iyi düşün. Benim için iki milyonun bir önemi yok; ama sen hayatının en güzel üç-dört senesini kaybedeceksin. Üç-dört diyorum; çünkü daha fazla kalamayacaksın. Seni mutsuz adam! Şunu da unutma ki; gönüllü hapis, mecburî hapisten çok daha zordur. İstediğin zaman özgürlüğüne kavuşabilme hakkının olduğunu bilmen, hapis hayatını zehir edecektir. Senin adına üzülüyorum.”
Bulunduğu yerde bir ileri bir geri yürüyen banker, şimdi bütün bunları tüm canlılığıyla hatırlayarak kendi kendine: “Bu bahsin amacı neydi? Bu adamın hayatından 15 sene kaybetmesinin ve “be- nim iki milyonumu çarçur etmemin iyi yanı ne ki? Bu bahis, ölüm cezasının, müebbet hapisten daha iyi veya daha kötü olduğunu kanıtlayabilir mi? Hayır, hayır. Bütün bunlar saçma ve anlamsız. Benim açımdan, şımarık bir adamın kaprisi; onun açısındansa, paraya karşı duyulan açgözlülükten başka bir şey değil…”
Sonra da bunu takiben olanları hatırladı. Genç adamın, hapis yıllarını bankerin evinin bahçesindeki kulübelerden birinde sıkı nezaret altında tutularak geçirmesi kararlaştırılmıştı. Genç adamın, 15 sene boyunca kulübenin eşiğinden dışarı bir adım bile atmaması, insanları görmemesi, insan sesi duymaması ve ne mektup ne de gazete okuması temel şartlar olarak belirlendi. Bir müzik aleti ve okuyacak kitapları olabilecek, mektup yazmak isterse yazabilecek, ve yine isterse içki ve sigara içebilecekti. Genç adam dış dünyayla olan tek bağlantısını, sırf bu amaç için açılacak olan küçük bir pencere vasıtasıyla sağlayacaktı. Siparişlerini notlar halinde yazarak istediği her şeyi -kitap, müzik, içki vb. dilediği miktarda alacaktı; ama bunları sadece belirlenen bu küçük pencereden temin edebilecekti. Anlaşmada, genç adamı hapiste son derece münzevî bir hâle sokmak için her ayrıntı ve bu durumla ilgili sayılabilecek nerdeyse her türlü ıvır zıvır şey şart koşulmuştu ve süre 14 Kasım 1885’te saat 12’de bitecek şekilde kararlaştırıldı. Genç adamın orada tamı tamına on beş sene kalması en temel mecburiyetti. Sürenin dolmasına iki dakika bile bu şartların çiğnenmesi anlamına gelebilecek en ufak bir teşebbüs, bankerin iki milyon ödemekten kurtulmasını sağlayacaktı.
Hapsin ilk yılında genç adamın aldığı kısa notlardan anlaşıldığı üzere, kendisinin yalnızlık ile bundan kaynaklanan kimi bunalımlardan epeyce çektiği belliydi. Kulübeden gece gündüz piyano sesi duyuluyordu.
Mahpusumuz, içki ve sigara istemiyordu. İçkinin arzuları canlandırdığını, arzuların da, bir mahpusun en büyük düşmanı olduğunu ve bunun yanında, hiçbir şeyin iyi bir içki içip de hiç kimseyi görmemekten daha üzücü olmadığını yazmıştı. Sigara ise, odanın havasını bozuyordu. İlk senesinde getirdiği kitaplar, çoğunlukla hafif nitelikli, karmaşık bir konuya sahip aşk romanları, heyecan dolu ve hayal ürünü hikayeler, v.b türden şeylerdi.
İkinci senesinde artık kulübeden piyano sesi gelmez oldu ve mahpusumuz da okumak üzere sadece dünya klasiklerini sipariş etti.
Beşinci sene müzik sesi yeniden duyuluyordu ve mahpusumuz içki istiyordu. Pencereden seyredenler, genç adamın bir sene boyunca, yemek, içmek, yatmak ve sıklıkla esneyip kendi kendine konuşmaktan başka bir şey yapmadığını söylediler. Kitap okumuyordu. Bazen, geceleri bir şeyler yazmaya koyuluyor, saatlerce yazıyor ve sabahleyin de yazdıklarını yırtıyordu. Kulübeden pek çok defa ağlama sesleri duyuluyordu.
Altıncı yılın ikinci yarısında mahpusumuz, istekli bir şekilde dünya dilleri, felsefe ve tarih üzerine çalışmaya başladı. Kendisini ateşli bir şekilde bu çalışmalara adadı, O kadar ki, bankerin sipariş edilen kitapları getirmekten canı çıkmıştı. Genç adamın isteği üzerine, dört senelik zaman diliminde 600 küsur cilt kitap getirtildi. İşte bu dönemde banker, genç adamdan aşağıdaki mektubu aldı: “Sevgili Gardiyanım, Bu mektubu sana altı dilde yazıyorum. Bu dilleri bilen insanlara gösterin. Onlara okutun. Eğer bir tane bile yanlış bulmazlarsa, bahçede havaya ateş açmanızı rica ediyorum. Bu ateş, emeklerimin boşa gitmediğini gösterecektir. Bütün çağların ve ülkelerin dâhileri farklı dilleri konuşur; ama hepsinin içindeki ateş aynıdır. Ah keşke, ruhumun onları anlayabilmekten duyduğu o korkunç hazzı bilebilseydiniz.” Mahpusumuzun arzusu yerine gelmişti. Banker, bahçede iki el ateş ettirdi.
On senenin ardından genç adam masada hareket etmeden oturuyor ve İncil haricinde bir şey okumuyordu. Dört yılda 600 ciltlik kitabın hakkın- dan gelmiş bir adamın, anlaması kolay ince bir kitap üzerinde neredeyse bir senesini sarf etmesi bankere tuhaf geliyordu. İncil’i, teoloji ve dinler tarihî üzerine kitaplar takip etti.
Hapis hayatının son iki yılında mahpusumuz fark gözetmeksizin çok miktarda kitap okudu. Kimi zaman doğal bilimlerle meşgul oluyor, bazen de Byron’un veya Shakspeare’in eserlerini istiyordu. Kimya, tıp kılavuzu, roman, felsefe ve teoloji üzerine sipariş edilen bu kitaplarda bazı notlar vardı. Adamın okumaları, denizde kendi gemisinin enkazı arasında yüzen ve kendi hayatını kurtarmak için bütün hırsıyla bir direğe tutunmaya çalışan bir kişinin hâlini hatıra getiriyordu.
Yaşlı banker bütün bunları bir bir hatırlayarak şöyle düşündü: “Yarın saat 12’de adam yeniden özgürlüğüne kavuşacak. Anlaşmamıza göre ona iki milyon ödemem lazım. Bu parayı ödeyecek olursam benim için her şey biter. Tamamen iflas bayrağını çekerim.” On beş sene önce bankerin sayılmayacak kadar çok parası vardı. Şimdi ise, servetinin mi yoksa borçlarının mı daha fazla olduğunu kendisine sormaktan korkuyordu. Borsada tehlikeli işlere atılması, riski yüksek spekülasyonlarda bulunması ve sonraki yıllarda bile atlatamadığı kolayca heyecana kapılma huyu; yavaş yavaş talihinin kötüye gitmesine ve onurlu, korkusuz, kendine güvenen milyoner bir bankerden; orta çaplı ve borsanın her iniş-çıkışında tir tir titreyen birine dönüşmesine sebep olmuştu. Başını ümitsizlikle ellerinin arasına alan banker: “Lanet olası bahis! Şu adam niye ölmez ki? Daha 40 yaşında. Yakında, son kuruşumu bile elimden alacak; sonra evlenecek; hayatını yaşayıp, borsaya yatırım yaparken, ben de ona bir dilenci gibi kıskançlıkla bakıp ondan her gün aynı cümleleri işiteceğim: “Hayatımdan duyduğum mutluluktan ötürü sana minnettarım. Bırak da sana yardım edeyim.” “Hayır hayır, bu kadarı da çok fazla. İflastan ve rezillikten kurtulmamın tek çaresi bu adamın ölmesi olacak.’” diye homurdandı.
Saat üçü vurduğunda banker etrafı dinlemeye koyuldu. Evde herkes uyuyordu ve dışarıda titreyen ağaçların hışırtısından başka bir şey duyulmuyordu. Gürültü çıkarmamaya çalışan banker, ateşe dayanıklı kasadan, 15 senedir kapısı açılmamış odanın anahtarını aldı, paltosunu giydi ve evden dışarı çıktı. Bahçe soğuk ve karanlıktı. Yağmur yağıyordu. Nemli, soğuk bir rüzgâr esiyor, hayır esmiyor uğulduyor ve ağaçlara rahat vermiyordu. Banker gözlerini iyice kıstı; fakat ne toprağı, ne beyaz heykelleri, ne kulübeyi ne de ağaçları net olarak görebiliyordu. Kulübenin bulunduğu noktaya giderek iki kez bekçiye seslendi. Cevap yoktu. Belli ki, bekçi soğuktan korunmak için kendine bir barınak aramış ve şimdi de mutfakta veya serada bir yerlerde uyuyakalmıştı. Yaşlı banker: “Amacımı gerçekleştirmek için cesaret edersem, nasıl olsa öncelikle bekçiden şüphelenirler.” dedi. Karanlıkta basamakları ve kapıyı fark etti ve kulübenin girişine doğru ilerledi. Sonra el yordamıyla yolunu bulmaya çalışarak ufak bir koridora girdi, bir kibrit yaktı. Kimsecikler yoktu. Odada üzerinde yatak olmayan bir yatma yeri, köşede ise dökme demirden yapılmış soba vardı. Kapıda karşılaştığı hemen her şey, mahpusun odasının nerdeyse hiç bozulmamış olduğunu gösteriyordu. Kibrit söndüğünde, heyecandan titre-yen yaşlı adam, küçük pencereyi gözetlemeye başladı. Mahpusun odasındaki mum etrafa loş bir ışık veriyordu. Mahpus sandalyede oturuyordu. Sırtı, saçları ve elleri dışında bir şeyi görünmüyordu. Masada, iki koltukta ve masanın yanındaki halıda, pek çok kitap saçılmış, açık vaziyette duruyorlardı.
Beş dakika geçmiş ve mahpus bu süre içerisinde bir kere bile kımıldamamıştı. Belli ki, on beş senelik hapis hayatı ona uzun süre kımıldamadan oturmayı öğretmişti. Banker, eliyle pencereye hafifçe vurdu; ama mahpustan bir karşılık gelmedi. Bunun üzerine banker kapının mührünü dikkatlice söktü ve anahtarı deliğe soktu. Paslı kilit kulak tırmalayıcı bir ses çıkardı ve kapı gıcırdadı. Banker hemen bir ayak sesi ve şaşkınlık çığlığı bekliyordu; ancak üç dakika geçmesine rağmen oda aynı sessizliğini muhafaza ediyordu. Artık içeri girmeye karar verdi. Masada normal insanların aksine, bir adam hareketsiz bir şekilde oturuyordu. Saçları bir kadınınki kadar kıvır kıvır olmuş ve sakalı dağınık bir hâl almıştı; adam adeta bir deri bir kemik kalmıştı ve bu hâliyle bir iskeleti hatırlatıyordu. Yüzü toprak renginde sarı, yanakları çukur, sırtı uzun ve dar, kıllarla kaplı başını dayadığı elleri o kadar zayıf ve narindi ki, bu manzaraya sadece bakmak bile insana ürkütücü geliyordu. Saçlarına pek çok ak düşmüştü ve bir deri bir kemik ve ihtiyar görünümlü hâlini gören hiç kimse bu adamın henüz kırkında olduğuna inanmazdı. Uyuyordu. Eğilmiş başının önünde masada, güzel bir el yazısıyla bir şeyler yazılmış bir tomar kağıt vardı. Banker: “Zavallı yaratık! Uyuyor ve büyük ihtimalle yakında kavuşacağı milyonların hayalini kuruyor olmalı. Yapmam gereken tek şey, bu yarı ölü adamı tutup yatağa atıp yastıkla boğmak. Böylece en dikkatli uzman bile, herhangi bir cinayet emaresi bulamayacaktır.” diye düşündü. “Ama önce buraya ne yazmış onu okuyalım. “Banker masada duran kâğıdı alarak okumaya başladı: “Yarın saat 12’de özgürlüğüme kavuşup diğer insanlarla arkadaşlık edebileceğim; ama bu odadan ayrılıp güneş ışığı görmeden önce sana birkaç şey söylemem gerek. Her zamanki gibi beni şu anda da gören Allah’ın huzurunda sana gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim ki; özgürlüğü, hayatı, sağlığı ve kitaplarında yer alan dünyanın güzel şeylerinin hepsi artık ayaklarımın altında, onları hor görüyorum. “On beş senedir cîddî ciddî maddî hayat üzerine inceleme yapıyorum. Ne dünyayı ne de insanları görüyorum; ama gönderdiğin kitaplarda güzel kokulu içecekler içtim, şarkılar söyledim, ormanlarda geyik ve ceylanlar avladım, kadınları sevdim. Şâirlerinin ve dâhilerinin büyüsünün meydana getirdiği ve bulutlar kadar uçuk güzellikler, geceleri beni ziyaret etti ve kulağıma, aklımı fırıl fırıl döndüren muhteşem hikâyeler fısıldadı. Kitaplarında Ebruz ve Mont Blanc dağlarının zirvelerine tırmandım ve oradan güneşin doğuşunu ve akşamları altın sarısı ve kızıl renklerle gökyüzünü, okyanusları ve dağların zirvelerini kaplamasını gördüm. Orada başımın üstünde çakan ve fırtına bulutlarını yaran şimşekleri seyrettim. Yemyeşil ormanları, tarlaları, denizleri, gölleri, şehirleri gördüm. Sirenlerin çıkardığı sesleri, çobanların kavallarının ezgilerini işittim. Benimle Yaratıcı hakkında konuşmak için yere inen güzel meleklerin kanatlarına dokundum. Kitaplarda, kendimi dipsiz kuyulara, gerçekleşen mucizelere, vahşi ölümlere, yakılıp yıkılmış şehirlere, yeni dinlere, fethedilen krallıklara doğru savurdum. Gönderdiğin kitaplar bana bilgelik verdi. İnsanoğlunun, çağlar boyunca ürettiği dur durak bilmeyen düşünceler, zihnimde adeta küçük bir pusulanın içine sıkıştı. Şimdi senin sahip olduğun her şeyden daha bilgili olduğumu biliyorum.
Netice itibarıyla kitapları, bilgeliği ve bu dünyanın sunmayı vaad ettiği bütün lütufları küçümsüyorum. Hepsi bir serap gibi değersiz, kısa, aldatıcı ve yanıltıcı. Onurlu, bilge ve ince biri olabilirsin; ama ölüm seni yeryüzünden silerken, senin de yer altında gezinen fareden farkın olmayacak ve senin neslin, tarihin, ölümsüz dehâların; maddi dünyayla birlikte yanacak veya donacak. Sen aklını kaybettin ve yanlış yolu seçtin. Yalanları doğru, çirkinliği güzel kabul ettin. Sen ancak, elma ve portakal ağaçlarında bu meyveler yerine kurbağa ve kertenkele yetişirse veya güller, terli at gibi kokmaya başlarsa şaşırırsın. Bu nedenle dünyayı cennete değişen sana ve senin gibilere şaşırıyorum. Seni anlamak istemiyorum. Senin birlikte yaşadığın şeyleri küçümsediğimi iyice anlaman için, bir zamanlar cennet gibi bir hayatın başlangıcı olarak gördüğüm iki milyondan vazgeçiyorum. Kendimi parayı alma hakkından mahrum etmek için, kararlaştırdığımız vakitten beş dakika önce buradan çıkacağım ve böylelikle anlaşmamızı ihlâl edeceğim; sen de bana herhangi bir şey ödemek durumunda kalmayacaksın.”
Banker, kâğıdı yavaşça masaya bıraktı; bu tuhaf adamı başından öptü ve ağlayarak kulübeden çıktı. Başka hiçbir zaman, hatta borsada çok ciddî bir kayba uğradığında bile kendisini bu kadar aşağılık hissetmemişti. Evine döndüğünde yatağına yattı; fakat gözyaşları ve o içinde bulunduğu hissiyat uyumasına mani oluyordu.
Ertesi sabah bekçi, soluk bir yüzle bankerin yanına koştu ve kulübede yaşayan adamın pencereye tırmanarak bahçeye atladığını, oradan da kapıdan dışarı çıkarak kaybolduğunu gördüğünü söyledi. Banker hemen hizmetçileriyle birlikte kulübeye gitti ve adamın kaçtığından emin olmak istedi. Meydana gelebilecek lüzumsuz konuşmaları önlemek amacıyla, içinde milyonlardan feragat edildiğinin yazılı olduğu kâğıdı masadan aldı ve eve ulaşır ulaşmaz ateşe dayanıklı kasasına kilitledi.
Öylesine bir macera ve çekişmeli bir inat duygusuyla başlayan bir bahisten hayatın ve hayat sonrasının hakikatine ulaşmış, erdemli bir bilge doğmuştu.
0 notes
Text
2023'ün kitapları:
1 Ermiş
2 Meczup
3 Bir zanaatkârla beklenmedik bir karşılaşma
4 Rahel tanrıyla hesaplaşıyor
5 Hayatın mucizeleri
6 Lyon'da düğün
7 Babaya mektup
8 Satranç
9 Köpek kalbi
9 Alice harikalar diyarında
10.Beyaz diş
11 Vahşetin çağrıs��
12 Kızıl veba
13 Evakuasiya
14 Benim Üniversitelerim
15 Palto
16 Tutunamayanlar
17 Genç Wharter'in acıları
18 Çavdar tarlasında çocuklar
19 Fareler ve insanlar
20 Dorian Gray'in portresi
21 Bir idam mahkûmunun son günü
22 Macbeth
23 Othello
24 Geçmişe yolculuk
25 Saklambaç
26 Hayatın mucizeleri
27 Pervane
28 Olağanüstü bir gece
29 Bozkırda
30 cömert şarap
1 note
·
View note
Text
Bu paylaşımı görünce o kadar duygulandım ki Yusuf amca Şu an bunu yazarken ağlıyorum ..
Talebeyken ve hic param yok iken bana gönderdiğin kitapları ve deprem zamanı elini bir baba şefkati ile dualarınla bende esirgemediğin için hayatım boyunca sana hep dua edeceğim.
bana bıraktığın kitapları her açtiğimda ve daima umrede dahi dualarımda olduğunu bilmeni isterim 3 yıl sonra mektubum Sana ulaşmış lütfen sakla onları ve sende bana böyle bir hatıra mektup yaz bu kızına , insanlar gönülbağının kıymetini bilsinler diyede nasihaat et olurmu..
Bir kitaplik yaptırdım daha temizliğini bile yapmadan 3 5 kitap ve hediye edilen panoları bıraktım bile:)) kitap tavsiyesi alınır tabi
ama birde mektup buldum :) sanırım 2 3 yıl olmuştur Rabbim razı olsun kendisinden
75 notes
·
View notes
Text
Neden bilmiyorum ama mektup tarzı kitapları okumayı çok seviyorum. Çünkü o kadar insana geçiyor ki o yazılanlar saf ve şeffaf bir şekilde yazılmış hiç kire bulaşmadan yapmacıksız okurken keyif alıyorum.
5 notes
·
View notes
Text
İnci Aral / Korkunç şeylerin yaşandığı bu ülkede, edebiyatın insandan bu derecede soyutlanabilmesini yadırgıyorum
Ağda Zamanı adlı kitabındaki öykülerle edebiyata adım attı. Onu, Kıran Resimleri, Uykusuzlar, Sevginin Eşsiz Kışı adlı öykü kitapları ile Ölü Erkek Kuşlar, Yeni Yalan Zamanlar ve Mor gibi romanları izledi. 35 yıla 20 yapıt, beş ödül sığdıran İnci Aral, "Yazarken insan yanımızı ararız; insan ruhunun aydınlığını ve o korkunç karanlığını öncelikle kendimiz için anlaşılır kılmaya çalışırız" diyor.
Dünden bugüne baktığımızda dört öykü kitabınızla, iki romanınızla karşımızdasınız. İlk öykü kitabınız Ağda Zamanı'nın ilk öyküsü "Haziranlarda" Haziran 1976 tarihli... Bu tarihe kadar bir şey yazmamış mıydınız? O öyküyü yazmaya nasıl oturdunuz ve nasıl çıktı? Bir de bütün öykülerinizde oturulmuş, yazılmış, bitmiş bir hava var. Gerçekten de, öyle hemen, yazmaya oturur oturmaz sonu gelip bitiyor mu öyküleriniz?
- Birkaç tane dışında Ağda Zamanı'ndaki o öykülere, benden taşanlar, diyorum ben. Haklısınız çoğunu da bir gecede, bir oturuşta yazmışımdır. O kadar hazırdılar sanırım, o kadar dolmuştum da bir işaret bekliyorlardı yazılmak için...
Sözcükleri kâğıt üzerinde yazılı görmekten inanılmaz bir zevk aldım
Şimdi baktığımızda o "işaret" neydi? Farkında mısınız?
- Aşk... "Haziranlarda" bir aşk mektubuydu. Çekingen bir ilanı aşk ve epey yürekli bir iç döküştü. Ama daha o noktada bu ilgiyi uzun yıllar sürecek bir yazışmaya ve dostluğa dönüştürdü mektup sahibi. Ona yazdığım ilk dört beş uzun mektuptan sonra şöyle demişti bana: Neden bir şeyler yazmayı denemiyorsun, o kadar güzel yazıyorsun ki... Sanırım işaret buydu. O yaz dört öykü yazdım. Sonbaharda bu dört öyküyü "Varlık"a ve "Türk Dili"ne yolladım. Kısa süre sonra Yaşar Nabi Nayır'dan ve M. Şerif Onaran'dan birer mektup aldım. Öykülerimi övüyorlar ve hemen yayımlayacaklarını söylüyorlardı. Şimdi, Yaşar Nabi'nin o mektubundaki saptaması hep aklıma gelmiştir sonradan. Şunu diyordu: "Siz çok yeteneklisiniz, çok iyi öyküler yazacaksınız kuşkum yok, ama asıl çok önemli bir romancı olacaksınız. Bence, bu maya sizde var." Beni son yıllarda romana yönelten şey bu sözler olmadı elbette, ama Yaşar Nabi'nin yirmi yıl önceki bu doğru değerlendirmesi şaşırtıcı geliyor şimdi.On üç on dört yaşlarımda şiirler yazmaya başladım. Bursa, Çelebi Mehmet Ortaokulu'nun duvar gazetesine konuyordu bu şiirler. Her çarşamba öğleden sonrası eğitsel kol etkinlikleri yapılırdı. Konular ağırlıklı olarak şiir, edebiyat olurdu. Şiir yazma ya da okuma yarışmaları, yazarların tanıtıldığı programlar. Bunların hepsine katılırdım, çarşamba günlerini özlemle beklerdim. Türkçe öğretmenim, Kadir Çağal, hem okul müdürüydü, hem eniştemdi, hem de vasimdi. Onun evinde, elinde yetiştim. Kompozisyonlarımı, yazılı kâğıtlarımı eve getirir, yanlışlarımı açıklayıp gösterirdi. Yanlış ve yalnız sözcüklerinin kök anlamlarından gelen doğru yazımlarını böyle öğrendim örneğin.Manisa Öğretmen Okulu'nda okurken kentte çıkan "Spil" dergisinde şiirlerim ve onlara çizdiğim desenler yayımlandı. Gene okul duvar gazetelerinin başköşesindeydim kuşkusuz. Kültür Edebiyat, Kitaplık Kollarının değişmez başkanıydım. MEB klasikleriyle dolu okul kitaplığına kendimi kilitleyerek saatler geçirirdim. Sonra, mektup yazmayı çok seviyordum. Ağabeyime, sınıf arkadaşım Zühal'e uzun mektuplar yazıyordum o sıralar. Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü'nde okurken de şiirler, günlükler ve mektuplar yazmayı sürdürdüm. O sıralar ticari bir antolojide şiirlerim yayımlandı ve Türk Kadınlar Derneği'nin öykü yarışmasına değişik adla gönderdiğim bir öyküyle ikincilik ödülü aldım. 1964.Sevdiğim herkese, özellikle aşkla, tutkuyla bağlandığım erkeklere çok uzun, çok içten mektuplar yazdım yıllar boyu. Mektuplarla kavga ettim, en gizli sırlarımı anlattım. Öyle ki her gün gördüklerime ya da yanı başımda yaşayanlara bile. Yani, gündelik dilin duygularımın yoğunluğunu aktarmaya yetmediği yerde kâğıda kaleme sarıldım hep. Bu alanda belli bir yeteneğim olduğuna inandım. Sözlerin uçuculuğu güven vermedi bana, duygularım kalıcı olsun istedim sanki. Bir de şu vardı, ben kavgacı, hazırcevap, laf cambazı biri olamadım hiç, diyelim biriyle tartışırken. Ama oturup zehir zemberek yazabiliyordum. Sözcükleri kâğıt üzerinde yazılı görmekten inanılmaz bir zevk aldım her zaman. Bence bu bir tür hastalık. Bütün kâğıtları, defterleri, mürekkepleri, dolma ve kurşun kalemleri çılgınca sevdim. Kalemlerimi tabanca gibi, öyle bir güvence duyarak taşıdım yanımda.Çok uzun anlatıyorum şimdi ama, şöyle bir düşünce vardı kafamda yirmi yaşlarındayken: Ben de bir gün bir şeyler yazacağım, ama kırk yaşımdan sonra. Nedense böyle bir ertelemem vardı. Yani yazmak için olgunlaşmak, dünyayı daha doğru yorumlamak gerekir diye mi düşünüyordum, kim bilir? Ama on sekiz yaşında André Gide'in günlüğünü okurken, yazarken fiziki koşullar ne olmalı yolundaki önerilerini not etmişim günlüğüme. İşte, yazarken ne aç ne de çok fazla tok olmamalı, oda sıcaklığı şu olmalı, çok uyumamalı, altı saat yeter, filan gibi. Neyse, gördüğünüz gibi herkes nasıl başlıyorsa öyle işte..
Ondan sonra "Haziranlarda" geldi...
- İlk öykülerimi yazdığım sırada dergileri izliyordum. Genç, yeni öykücülerin kitapları çıkmıştı. Buna benzer öyküleri, bunlar gibi öyküleri ben de yazabilirim, diye kendimi yüreklendiriyordum.
Benzer öyküler yazmamışsınız. Her zaman ilk kitap Ağda Zamanı gibi olmaz. İlk kitabını yok sayan ya da olumsuz eleştiren çok yazar vardır. Haklıdırlar da. Ama siz Ağda Zamanı'ndan itibaren İnci Aral tarzıyla yazmışsınız. Sevginin Eşsiz Kışı -şimdilik- son öykü kitabınız ama, Ağda Zamanı öykülerindeki dil, biçem ve konu çarpıcılığı onun kadar ağırlıklı...
- Attilâ İlhan Ağda Zamanı için şunu söylemişti bana: "İlk kitaplar kılçıklı balık gibidir, ama çok tatlıdırlar. Sonraları kılçıklar ayıklanır, ama artık o tadı da bulamazsın." Ama Sevginin Eşsiz Kışı daha olgun, daha ustalıklı bir toplamdır bana göre. İlk kitabımda sizin söylediğiniz özellikler var mı yok mu bilmiyorum. Yani o kitapta kendime özgü bir dil, bir üslup kurabilmiş miyim, bundan çok emin değilim. Şu var ki öyküler çok sağlam. Yapı olarak sağlam. Anlatmak istediğimi beş altı sayfada söyleyip bitirmişim. Bir öyküyü o kadar kısa tutmak, o yoğunluğu kurabilmek ve aynı zamanda vurucu sona ulaşmak çok zordur. Bunu yapmışım. Belki birçok etkilenme var bu öykülerde, ama yapı olarak, kurgu olarak başarılı öyküler. Klasik öykü anlayışına yatkın buna rağmen özgün. Yayımlandığında edebiyat ortamımız daha diri, daha canlıydı. Epeyce önemsendi kitabım, ödül aldı. Bu bana sürdürme cesareti verdi.
İçtenlik, okur açısından inandırıcılığı sağlayan çok önemli bir imkândır
Şimdi şöyle bir şey var... Ben sizin önce Uykusuzlar'ınızı okudum, Kıran Resimleri'ni okudum. Ağda Zamanı adlı bir kitabınız olduğunu biliyorum, ama bulamıyorum. Bulduğumda 90'ların başıydı. Çok geç buldum. Uykusuzlar ve Kıran Resimleri'nden aldığım tat, yaşadığım sarsıntı Ağda Zamanı'nda da vardı. Söylemek istediğim, ilk kitabınız olmasına rağmen, sonraki kitaplarınızdan sonra okuduğum halde elimden düşmedi kitap, bir solukta okundu.
- Tabii, Ağda Zamanı'ndaki öyküler çok içtendirler. Eskimemiş olmaları, etkilerini korumaları buradan geliyor bence. Kitap on sekiz yıl sonra bugün hâlâ okunuyor ve aranıyor. Ben o öykülerde içtenlikle, kaygısızca ve cesaretle içimi döktüm sanırım. Kendi sorularıma cevaplar bulmaya çalıştım. Hiçbir sahtelik, özenti yok yazdıklarımda. Herhangi bir feminist bakış açısıyla ya da politik düşünce birikimiyle oturmadım yazmaya. Artık yazmadan, anlatmadan duramayacağıma inandığım bir zamanda, kişisel deneyimlerimden, birikimimden yola çıkarak yazdım ilk öykülerimi. Bu yüzden nahif bir yanları da vardır. İçtenliğin okur açısından inandırıcılığı, sahiciliği sağlayan çok önemli bir imkân olduğuna inanırım ben.
Sizin öykülerinizde ayrılan, ayrılamayan, evlenen, evlenmeyen bir sürü kadın var. Erkeklerin ayrıldıktan sonra kadınlar gibi içsel çöküntüleri, yaşamlarını düzene koyma çabaları, arayış dertleri olmuyor...
- Olmaz olur mu, oluyor
Ya da biz bilmiyoruz. Başka biçimde yaşıyorlar, daha başka yaşıyorlar.
- Hep öyle sanılır, ama hayır, onlar da kadınlar gibi yaşıyorlar. Aynı acıları duyuyorlar, hatta erkekler kadınlardan daha dayanıksız bu durumlarda. Ama "dağıtmaya", dışarda, ev dışında yaşamaya daha yatkın oldukları, daha kolay avundukları, yeni birini daha kolay buldukları da bir gerçek.
Yazmak, görüntülerin ötesindekini arama, dile getirme cesaretidir
Evet, o dayanıksızlıkları var genel olarak. Ben onların kendileriyle ilgili problemlerini merak ediyorum. Eşlerinden ayrıldılar, çocuklar var ya da yok, yanlarında ya da değil; boş bir eve girdiklerinde içsel olarak ne yaşıyorlar? Erkekler bunu pek yazmadılar. Yazılanlar da kadınların yaşadıklarından pek farklı değil gibi. Öykülerdeki yaşamla yaşadığımız öyküler, aslında çok da ayrı şeyler değil ama pek anlatmıyorlar içsel yalnızlıklarını.
- Ne kadar zor durumda olursa olsunlar kuyruklarını dik tutmaya çalışıyorlar bence. Ama pek sürdüremiyorlar bunu. Yerlerde sürünen, kapı kapı dolaşıp ortak dostlarına ağlayan, şiddete başvuran, ruhsal dengesi bozulup hastanelik olanları, içkiye sığınanları gördüm. Ama iş yaşananları anlatmaya gelince erkekliklerine pek yediremiyorlar. Önemli olan, kadın gibi, erkeğin de kendi duygusal alanında başlangıçtan itibaren ayakları üstünde durmayı öğrenmesidir. Bunu biliyorsa çok yıkılmıyor. Sevmekten, acı çekmekten, bunları bütün kalbiyle dile getirmekten utanmıyor. Bir yazar hiçbir zaman kendini bütünüyle gizleyemez. Gizliyorsa, açmaya korkuyorsa, başkaldırmayı, inatlaşmayı bilmiyorsa iyi yazar olamaz. Şuna benziyor bu, insan iyi şarkı söyleyebiliyorsa sesini koyverir, mırıldanmaz. Benim inanşım şu: Neyi, kimi yazarsak yazalım hep kendimizi anlatırız aslında. Hâlâ pek iyi bilmediğimiz, insan yanımızı ararız yazarken. İnsan ruhunun aydınlığını ve o korkunç karanlığını öncelikle kendimiz için anlaşılır kılmaya çalışırız. Yazmak, yalnızca bu çerçevede bir oyundur, ciddi bir oyun, görüntülerin ötesindekini arama, dile getirme cesaretidir. Bunu yapamayan insan, erkek ya da kadın, yazmakla zaman kaybetmesin derim.
Yazan kadın kuşağımız duygularını anlatmada erkeklerden daha korkusuz ve içten oldu
Bireysel yaşantıları anlatırken, anlatan bir kadınsa, anlatılanlar hakkında, "Kadın duyarlılığı ile yazılmış ince öyküler ya da roman" gibi tanımlamalar görüyoruz. Ama anlatan erkekse, kimse kalkıp da, "İşte erkek duyarlığı ile anlatılmış hoş öyküler ya da roman ya da oyun" gibi bir şey demiyor. Erkek duyarlığı diye bir şey geçmiyor. Sözcüklerle pek anlatamıyorum galiba.
- Anlıyorum, anlıyorum. Ama bu bize özgü bir şey. Kadın duyarlığından söz edenler de hep erkekler. Erkek tanıtım yazarı söylemi bu. Ne olduğu ise hiç açık değil. Yani kadın dünyasının küçük sembol ve nesnelerinden, işte bulaşıklardan, toz ve çocuk bezlerinden filan söz edildiğinde ortada bir ayrıntı zenginliği vardır. Ben Kadın Duyarlılığı yerine Kadın Yürekliliği demeyi uygun buluyorum. Çünkü bizim cinsimiz, bizim yazan kadın kuşağımız kendilerini, duygularını anlatmada erkeklerden daha korkusuz ve içten oldular. Az önce de söz ettim, başarıları da buradan geliyor. Çok uzun zaman erkekler tarafından oldukça yüzeysel ve dolaylı bir biçimde, daha çok bir aşk nesnesi olarak anlatılmışlardı çünkü. Ama şundan, bizim ülkemizdeki toplumsal baskı mekanizmaları güçlülüğe şartlamasıyla erkekleri kıstırmış ve kapatmıştır. İnce duygularını, zaaflarını, görünenin tersine o dayanılmaz kırılganlıklarını anlatmak, erkekler için çoğunlukla erkeklik rollerine ters düşen bir durum olmuştur. Bilinçli değil bu çekingenlik hiç kuşkusuz, ama var. Dünya edebiyatında böyle bir durum yok, kadın ya da erkek duyarlığı diye bir ayrım yok. Dünya edebiyatı kadınları ve erkekleri müthiş bir incelikle anlatan kadın ve erkek yazarlarla dolu. Hemen aklıma gelenler, Çehov, Lawrence, Balzac, Proust, Tolstoy ve daha yeni, Dan Franck. Bizden Mehmet Rauf, Oktay Akbal örneğin. Ama tabii artık kırılıyor, çatlıyor kabuklar. Günümüzün genç yazarları erkekle kadının duyarlık açısından farklı olmadıklarını biliyorlar. Yazmanın bir cins değil, bakma, görme, hissetme, derinleşme sorunu olduğunun farkındalar. Kadın duyarlığı sözünün modası artık geçmiştir bence. Herhangi bir tanıtım ya da eleştiri metninde hiçbir şeyi açıklamayan, ucuz, kolaycı bir kalıptır bu.
Toplum dinamikleri değiştikçe önce kadınlar değişiyor
Sizin karakterlerinize bakarak bazı dönemlere gidebiliriz gibi geliyor bana. Örneğin Uykusuzlar'daki "Güz Yaprağı"nda bir Sevil vardır. O, 70'li-80'li yıllarımızın genç kadınını simgeleyebilir mi? 97'deyiz. Ya da Sevginin Eşsiz Kışı'ndaki "Kutu" adlı öykünüzdeki Solmaz hâlâ var mı? Yaşıyor mu? Hangi kadınlarımızın ya da hangi döneme ait kadınlarımızın simgesi? Böyle simgelere doğru gidip oradan bakalım mı?
- Solmaz'la Sevil tarihsel olarak aynı dönemin kadınları. Ama farklı yerlerde ve konumlarda bu iki kadın. Sevil, küçükburjuva bir aileden çıkıp seksen öncesi dönemin gençlik eylemleri içinde önemli deneyimler yaşamış, bir kuşağın heyecanını, hem toplumsal hem de bireysel düş kırıklıklarını ve çözülüşünü prototip olarak yüklenmiş biridir. Solmaz ise aynı günlerde bir Ege kasabasında, toplumsal kargaşanın bütünüyle dışında, kendi dünyasının sınırları içinde sessizce yaşar düşlerinin yıkılışını. Türkiye'deki sınıfsal, yöresel, eğitsel, kültürel, etnik farklılıklar, bu topraklarda yaşayan kadınlar açısından da geçerli elbette. Yani bu topraklarda çok farklı kadın tipleri var. Ben daha çok en iyi tanıdığım tipi, büyük kentlerde yaşayan az çok eğitim görmüş, nispeten özgürleşmiş kadınları anlattım öykülerimde, romanlarımda. Taşrada, o kapalı, korkunç tutucu ortamda sıkılan, küçük şeylere büyük anlamlar yükleyerek avunmaya çalışan ya da genel geçer değerlere sıkı sıkı tutunarak var olmayı seçen kadınları yazdım. Ama gidip gördükten sonra Kahramanmaraş'taki kadını da anlattım. Yani bu kadınları aynı yere, aynı şekilde koymanıza imkân yok. Dünyaya bakışları, düşünme, yaşama biçimleri çok ayrı. Erkeklere, kadınlara, çocuklara bakışları o kadar ayrı ki yan yana getirmek zor. Belki çok kaba çizgilerle, ana hatlarıyla, kadınlık, analık güdüleriyle benzerlik var, ama bunun dışında zor. Onları hele şimdi 97'lerde, belli genellemeler içine hiç sokamıyorsunuz çünkü toplum dinamikleri değiştikçe kadınlar da değişiyor. Önce kadınlar değişiyor. Urfa'da, orada burada töre gereği kent meydanlarında bu yüzden boğazlansalar bile. Solmaz birkaç yıl önce öldü, mezartaşında filancanın karısı, yazıyor sadece, ama kendi adı yok. Tabii hâlâ birçok Solmaz yaşıyor aynı kasabada. Ama şimdi değişimden söz ediyordum ya, Solmaz'ın on yıl önce hemen hemen aynı koşullarda yaşayan kız kardeşi kocasıyla kavga etmekten korkmuyor artık. Ona küfür ediyor, bütün gün konken oynuyor ve her gece bir büyük şişe rakı deviriyor. Yapabilecekleri bunlar. Şu var ki, bu değişim bana bir öykü duygusu vermiyor şimdilik. Sonuçta ben kendi yazarlık serüvenimde farklı konumda kadınlara göz attığımı, en azından çoğuna ilgisiz kalmamış olduğumu söyleyebilirim.
Çocukluğun yetişkinliğe taşınmış çatlaklarıyla daha çok ilgilendim
Peki ya çocuklar?
- Çocuk dünyasına pek yakın olamadım. Çocukluğun yetişkinliğe taşınmış çatlaklarıyla daha çok ilgilendim. Mutsuz, sıkıntılı, sevgisiz bir çocukluk yaşadığım ve bunun ruhsal savrukluğunu taşımak zorunda kalmış biri olduğum için herhalde. Ama ben şundan hep kaçındım, çocukları anlatırken kadın yazarların düştüğü bir tuzak vardır. Bu da aşırı derecede anacıl, ana-nine-öğretmen duyarlığıyla o vıcık sevecenliklerle yaklaşmak kahramanlarına, o duyguyla örmek, kurmak öyküyü. Bu yol bir yere çıkmaz. Ben bu tür öyküler yazan kadınların bir noktada tıkanıp kaldıklarını gördüm. O tuzağa düşmemeye çalıştım. İşin içine çocukları koyduğunuz zaman o tuzağa düşme tehlikesi vardır. Bu konuda daha yırtıcı olmayı yeğledim ben. Daha katı. Ayrıca çocuklar sanıldığı kadar masum değillerdir her durumda. Yani birbirlerine yönelttikleri şiddet ve acımasızlıkla yaralanmış çok çocuk vardır. Umarım bu söylediklerimden çocukları sevmediğim anlamı çıkmıyordur. Çocuğun nasıl anlatıldığı çok önemli. burada öykü edebiyatımızın en güzel örneklerinden birini, Füruzan'ın Bünyamin Doksanbeş adlı bir sokak çocuğunu anlattığı o unutulmaz "Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Kent" adlı öyküsünü sevgiyle anıyorum.
Uyanmazsak, Maraş ve Sivas'ta olanlar daha yoğun biçimde yaşanacak
Benim yine kişisel olarak merak ettiğim bir konu var. Birçok insanın da merak ettiğini düşünüyorum. Özel tarihimizde çok acı bir yeri olan, evrensel boyutlara ulaşan Kıran Resimleri'ni yazdınız. Birçok insan da okudu ve aynı acıları bir daha yaşadı belki. Fakat çok geçmedi Sivas olayını, Gaziosmanpaşa olayını yaşadık. Kahramanmaraş olaylarını çağrıştıran bu olaylar karşısında kişisel olarak neler yaşadınız, içsel olarak neler duydunuz?
- Bugün geriye dönüp baktığımda Kıran Resimleri'ni yazmakla çok önemli bir şey yapmış olduğumu düşünüyorum. Önce kendi açımdan, Maraş'a gitmek bana büyük şeyler kazandırdı. O güne kadar o coğrafyayı görmemiştim, o insanları tanımıyordum. Bunun ne büyük bir eksiklik olduğunu orada anladım. Maraş'a gitmek ve sonra Kıran Resimleri'ni yazmak hem insan, hem de yazar olarak beni çok zenginleştiren bir deneyimdir. O öyküleri yazarken bu olaylar bir daha asla yaşanmasın isteği çok yoğundu içimde. Bu yüzden yan tutmadan bakmaya çalıştım olup bitenlere. Katilleri de anlamaya çalıştım, yani hangi duyguyla, nasıl bir kışkırtmayla yüz yıllık komşusunu keser insan diye sordum kendime. Bu ülkede yaşayan insanların uzlaşmak zorunda olduklarına, toplumsal hoşgörülerine inanmak istiyordum. Sonra, Sıvas Olayı bütün umutlarımı yıktı. O günlerde Yeni Yalan Zamanlar'ı yazıyordum. O kadar büyük bir sarsıntı yaşadım ki romanım yön değiştirdi. O korkunç yangınla ilgili bir bölüm yazdım. Daha politik, daha köktenci bir tavır alış içine girdim. Belli bir grubu, din duygularını çirkin, köhnemiş amaçlarına alet etmekten çekinmeyen karanlık güçleri apaçık karşıma alma gücü kazandım. O güne kadar belki daha hoşgörülü -bazı kafalardaki niyetlerin ne olduğunu tam olarak algılayamadığım için hoşgörülü diye parantez açıyorum-, davrandığım kimi insanlara, kimi düşünceleri temsil eden oluşumlara karşı çok daha şiddetli, kararlı karşı çıkmak gereğini kavradım. Üzüldüğüm bir şey var. Bu olaylar gene olacak, ne yazık ki gene yaşanacak, bitmiş değil. Belki de daha yoğun biçimde yaşanacak. Eğer uyanmazsak, şu günlerde gözümüzü açmazsak...
Korkunç şeylerin yaşandığı bu ülkede, edebiyatın insandan bu derecede soyutlanabilmesini yadırgıyorum
Dünden bugüne öykücülüğümüzü nitelik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Ortam ve koşullar edebiyatı besliyor. Edebiyat bu ortam ve koşulları belirleyemiyor, bu noktada bir değerlendirme yaparsanız neler söylersiniz?
- Benim Türk öykücülüğünün altın çağı olarak düşündüğüm uzun bir dönem var, kırklı yıllardan seksen başlarına kadar sürmüş bu dönemdeki öykücülerin hemen hiç eskimemiş olduklarını görüyorum. Seksenli yılların ortalarından sonra grafik düşmeye başladı. Belki en yalın şöyle söyleyebilirim. Bugün o dönemi özlüyorum. Benim yazmaya başladığım dönemde her ay sekiz on "gerçek" edebiyat dergisi çıkıyor, bu dergilerde bir o kadar da öykü yayımlanıyordu. Ben ve benimle birlikte bugüne gelebilen birçok arkadaşım bu dergilerle ortaya çıktık, var olduk. Sonra kitaplaştı öykülerimiz. Yeni birinin iyi öyküleri yayımlandığında hemen dikkat çekerdi, konuşulurdu. Bugün o canlı, heyecan verici ortam yok. Benzerleri arasından sivrilen, parlak yeni öykücü sayısı da az elbette. Sanıyorum seksenli yılların bildik ortamında çok fazla içe kapandı edebiyat. Yenilikten yana biriyim elbette. Değişen dünyanın, değişen değerlerin, insanın çok fazla farkındayım. Ama bize özgü durumların, oluşumların, yaşanmışlıkların, yaşanamayanların gerisinde, ya da daha doğrusu uzaklıklarında, ötesinde seyrediyor öykü bugün. Çok içe kapalı, çok kendi kendisiyle meşgul bir öykü, acaba neden? Bir tavır yok. İnsanı toplumsal ilişkiler bütünü içinde, olup bitenlerin içinde kavramak hiç gerekli değil, bunun modası geçti artık, diye düşünülüyor sanırım. Böyle bir uçarılık seziyorum yazılanlarda. Ama bir aşk öyküsünde bile âşıkların ayaklarının nereye bastığı önemlidir bence. İnanıyorum ki o aşkın nasıl yaşanacağını o insanların durduğu yer belirler. Yani bunu atladığınız zaman her şey havada kalıyor. Ama elbette iyi şeyler yakalayanlar var, hep olacak. Yeniler gelecek. Benim yadırgadığım bizimki gibi müthiş dinamik bir toplumda, korkunç şeylerin yaşandığı bu ülkede edebiyatın nasıl olup da insandan bu derecede soyutlanabildiği.
Belki bir kaçış...
- Evet, ama biraz da moda, globalleşme!
Seksenlerde yaşananlar doksanların edebiyatına yeterince yansımadı
Her dönem çok ağır şeyler yaşanıyor. Ama insan o an içinde bulunduğu, yaşadığı anı hep daha ağırlıklı duyumsuyor. Sanıyorum bundan kaçma yöntemi içe çekilme.
- Bir şey söyleyeceğim burada. Bir cezaevi edebiyatı oldu. Çok yetersizdi, nitelik olarak da yetersizdi. Neden daha nitelikli ürünler çıkmadı ortaya? Neden seksenlerde yaşananlar doksanların edebiyatına yansımadı?
Feride Çiçekoğlu...
- Feride iyi bir yazar kuşkusuz. Ama daha başkaları da çıkmalıydı. Feride'nin yazdıklarına kayıtsız kalınmadı öyle değil mi? Yani toplum artık bunlara ilgi duymuyor denebilir mi? Tam tersine. Kuşkusuz ben burada yapılanları değerlendirme durumunda değilim. Ona edebiyat tarihi karar verecek, o tarafa gitmiyorum. İyiydi de şimdi kötü demek istemiyorum. Bir eksik kavrayıştan söz etmeye çalışıyorum. Bir eksik tavırdan... Var olan malzemeyi kullanma yetersizliğinden söz etmeye çalışıyorum. Bugün böyle bir tablo görüyorum. Elbette 12 Eylül'ün insanlara yaptığı kötülüğü göz ardı etmiyorum. Büyük bir pasifize olmuşluk var, apolitizasyon var. Eh, yangın yerinde gül bitmiyor!
Bu kadar kayıp insan var, bununla ilgili hiçbir öykü yok
Belki de gazetecilik ön plana geçti...
- O başka bir şey. Belki bir boşluğu doldurdu. Ama edebiyat daha ince şeylerle uğraşıyor. Hele öykü baştan sona incelikle, ustalıkla görülmüş bir türdür. Gerçek okur gazetecinin yazdıklarıyla tatmin olamaz. Şimdi bakın, bu ülkede bu kadar kayıp insan var. Bununla ilgili hiçbir öykü yok. Bu ülkede bunca acı yaşanırken, yazan çıkmıyor. Bu bir eleştiri değil, derin bir üzüntü, beklenti.* Her yazarın yazarlığından önce bir insan olarak yaşam ve yaşamak karşısında bir "mesele"si var diye düşünüyorum. Sizin "mesele"niz ne? Nasıl açıklarsınız bunu?- Temel sorunum öncelikle kişisel bütünlük ve özgürlüğe ulaşma isteği. Öyle sanıyorum. Dünyanın anlamsızlığına, adaletsizliğine karşı çıkmak. Kendime özgü bir bakışa, duruşa sahip olabilmek. Sürünün içinde yitip gitmemek, önde ya da arkada, ama bir adım ayrı yürümeyi becerebilmek. İnsan olarak doğarken donatıldığım yetenekleri boşa harcamamak. Yüzde yüz doğru ve mantıklı bir yanıtı yok belki de sorunuzun bende. Bilmiyorum. Asıl meselem, o meselenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini bıkıp usanmadan arayıp durmak mı yoksa?
Bir marangoz, bir kunduracı ne yapıyorsa sözcüklerle aynı şeyi yapıyorsun
Kitaplarınız çıktıktan ve bir yazar kimliği ile yaşamaya başladıktan sonra içsel olarak hayatınızda ne değişti?
- Yazmak, yazıyor olmak kendime duyduğum güveni sağlamlaştırdı. Kendimi daha çok sevmeye, daha değerli bulmaya başladım. Yazma inadımı bütün olumsuzluklara karşın sürdürebilmiş olmanın ferahlığı var içimde. Başarmış olmanın, hâlâ bunun için uğraşıyor ve yaşadığım sürece uğraşacak olmanın doyumu var. Soluk soluğa yaşamanın, can sıkıntısına teslim olmaya zaman bulamamanın mutluluğu var. Küçük, ince, pek çok insanın göremediği şeyleri görebilmenin üstünlüğünü yaşıyorum kendi kendime. Özgür, çok özgür hissediyorum kendimi. Ruhum hiçbir yere, hiçbir şeye bağımlı değil maddi anlamda. Zaman zaman kendime sordum, neden yazdığımı. Büyük kırgınlıklar, alt üst oluşlar yaşadım. Birtakım ilişkiler içinde haksız yere kayırılanları, ödüllere boğulup göklere çıkarılanları gördüm. Birçok arkadaşım gibi hak ettiğim ölçüde önemsenmemenin, görmezlikten gelinmenin acısını çektim. Yazdıklarımdan, kendi yeteneğimden kuşkuya düştüğüm, yazmamaya karar verdiğim günlerim, gecelerim oldu. İçtenlik ve yalınlığın, içinde bulunduğum ortamın kurallarına hiç uymadığını farkettim. Sabrımı, inadımı korumaya çalıştım. Böylece olgunlaştım. Övgüye ve yergiye kayıtsız kalabilme erginliğine ulaştım. Hiç kuşkum yok, benim yaşımdaki birçok yazar bu aşamalardan geçmiştir. Kendine inanmayı böyle gel gitlerle, düşe kalka öğrenmiştir. Öte yandan, içsel olarak, hiçbir zaman abartmadım yazar kimliğimi. Bir ayrıcalık sorunuymuş gibi yaşamadım. Hep şöyle düşündüm, işte, bir marangoz, bir kunduracı ne yapıyorsa sen sözcüklerle aynı şeyi yapıyorsun. Belki başlangıçta daha fazla önemsiyordum yazıyor olmayı. Gündelik yaşamımla yazmak arasında denge kuramıyor, bölünüyordum. Bu beni aşırı derecede yoruyor hırçınlaştırıyordu. Şimdi duruldum. Yazmakla yaşamak arasında uzlaşma sağladım bir ölçüde. Uzun süredir gündelik yaşamımda, çocuklarımla, eşimle, dostlarımla ilişkilerimde pek aklıma gelmiyor yazar kimliğim. Pazar torbalarını zar zor taşırken, yemek yapar ya da evi süpürürken tümden unutuyorum. Sıradan biri olduğumu ise hiç unutmuyorum.
Yazdıklarımın bütünü üzerine iyi kötü bir şey söyleyen bir eleştirmen çıkmadı pek
Kuşkusuz okurların, eleştirmenlerin İnci Aral'ın öykücülüğü üzerine ya da İnci Aral hakkında olumlu olumsuz söyleyecekleri bir yığın şey vardır ama siz İnci Aral olarak İnci Aral yazarlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Bu soru bir yazara sorulmamalı bence. Sağlıklı, yan tutmadan cevaplayamaz insan o kadar emek verdiği, yüreğini koyduğu öykülerinin nasıl olduğu sorusunu. Doğrusu, "Eleştirmenlerin söyleyebileceği bir yığın şeyi" ben de çok merak ediyorum. Çünkü bugüne kadar yazdıklarımın bütünü üzerine iyi kötü bir şey söyleyen bir eleştirmen çıkmadı pek. Ama benim yazma kararlılığımda okurlarımın yüksek ilgisinin, sevgisinin çok büyük rolü vardır. Bu ülkenin okuru, onlara duyduğum sorumluluğu anladı, bana sahip çıktı. Bundan büyük mutluluk duyuyorum. Eğer yaptıklarımı beğenmeseydim, yazdıklarım beni tatmin etmeseydi onları yakar, ortaya çıkarmazdım. Gene de bu söylediklerim kendime biraz daha dışardan bakamayacağım anlamına gelmiyor elbette. İçtenlikle söylüyorum, her kitaptan sonra onulmaz bir başarısızlık duygusu içine düştüm ben. Boşluk, ne diye yazdım bunları sanki, ne anlamı var, kimi ilgilendirir ki anlamsızlığına. Ve hemen ondan daha iyisini yazacağıma dair söz verdim kendime. Kendimle yarıştım, inatlaştım. Zor yazan biriyim, tükenerek yazıyorum, yapabileceğimin en iyisini yapmaya uğraşıyorum çünkü. Ama ben ya da başkaları, asıl büyük kararı zaman verecek. Zamanın rüzgârı, tozu toprağı savurduktan sonra geriye ne, neler kalacak? Önemli olan bu.
İnsan çekip gitmeden iğne ucu kadar bir işaret bırakmalı dünyaya
Yeni Yalan Zamanlar adlı romanınızın son paragrafında Nedim, "Yazdıklarımın değil ama yazabilmiş ve yazabilecek olmamın yaşamıma yeni bir kapı açıp açmayacağını düşünüyorum. Bu bir ayrıcalık sorunu değil, bir zorunluluk ya da gereklilik değil. Erdemle, var olan insan soyunu değiştirmeye çalışmakla hiçbir ilgisi yok yazmanın. İç akıntıları düzene koyma çabasının, geceyle gündüzü ayırt etme bilincinin, bu dünyanın oldukça seyrek, kaba saba dokunmuş kumaşına pertavsızla bakma isteğinin sabun köpüğünden öte değeri olmadığını biliyorum. Gene de gereklidir yazmak, iyidir. İğne ucu kadar, kum tanesi büyüklüğünde bir işaret bırakmalı dünyaya insan çekip gitmeden. Bir kapıyı aralamalı. Evet bir kapı, bir anahtar, biraz ışık. Hepsi bu... Ötesi yok," diyor. Yazma eylemiyle ilgili olarak siz de Nedim gibi mi düşünüyorsunuz?
- Evet içinde bulunduğum ortama baktığım zaman genel olarak böyle değerlendiriyorum. Aynen böyle düşünüyorum. Nedim'e söylettiğim bu sözler benim saptamalarım, benim sözlerim. Dedim ya, hep kendimizi yazarız aslında.
(Nalan Barbarosoğlu / Temmuz 1997 / Adam Öykü )
1 note
·
View note
Text
Her Gün Bayram
Zamanla anlıyor insan: 3-4 güne sıkışmış bir tatilden öte bir şey bayram… Hayata rasgele serpiştirilmiş ilahi ikramlar, kıymet bilen kullara her daim bayram yasatır. Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan… Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık… Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır. Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kusa yem olmayıp “Çok şükür bugünü de gördük” diyebilmek… Sevdiklerinle gecen her gün bayramdır. Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır. Bir kitabi bitirmek, bir binayı bitirmek, bir okulu bitirmek, kabuslu bir rüyayı, kodeste ağır cezayı bitirmek bayramdır. Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle… Vuslat da bayramdır öte yandan… Endişe içinde beklediğinden mektup almak, telefonda ansızın sesini duymak, deli gibi burnunda tütenin boynuna sarılmak bayramdır. En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun kösesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır. Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saclarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır. “Ona güvenmiştim, yanılmamışım” sözü bayramdır. Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram… Yeni bir sözcük öğrenmek, bir tünelin sonuna gelmek, müzmin bir isin kapısını çarpıp uzun bir yola çıkıvermek bayramdır. Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde haksızlığın üstüne yalın kılıç yürüyebilmek bayramdır. Yeni eve asılan basma perdeler, alin teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır. Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, aksam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır. Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adim, ilkyazı, ilk karne bayram… Güne gülümseyerek başlamak bayramdır. “İyi ki yanımdasın” bayram, “Her şeyi sana borçluyum” bayram, “Hiç pişman değilim” bayram… Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komsuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle cay demleyebilmek bayramdır. Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları ayni inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır. Alnı acık yaslanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram… Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur. Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler. Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır. Her gününüz bayram olsun! Can Dündar
0 notes
Text
Zilif Sözleri ve Alıntıları
Şunu bilmeni istiyorum: Pişman değilim; hiç de pişman olmadım. Ama şunu da bil ki, öyle gururlu falan da değilim-olmadım. Kendimden hiç nefret etmedim; ama bir türlü beğenemedim de kendimi. Çok acı çektim ama başkalarına da çok acı çektirdim. Kendimi haklı görüyor değilim; ama kendimi savunuyor da değilim-hele yargılamayı hiç beceremiyorum, kendimi de dünyayı da. Dünya ne ise oydu, ben de ne isem o oldum-uyuşamadık. Hepsi bu.
2 notes
·
View notes
Text
Seksen yaşındayım ve geçen yıl, yetmiş sekiz yaşında ölen eşim, son nefesini vermeye yakın, “var mı bir isteğin?” diye sorduğumda, kedilerden nefret eden bana dedi ki, “lütfen kedimize iyi bak…” Evimizdeki kedinin, eşimin değil, ikimizin de kedisi olduğunu, evladımız olduğunu daha yeni anlayabildim. Meğer bir kedide eşimin kokusunu, sevgisini, şefkatini duyumsayabiliyormuşum ben…
Bugün sekseninci doğum günüm ve eşime bir mektup yazdım. Bir özür, bir vefa, bir veda mektubu belki de. Eşim herkesi can bildiği için, yüreği herkese açık olduğu için, bu mektubu sizinle paylaşmamı isterdi diye düşünüyorum.
Canım,
Elli iki yıllık evliliğimizde beni hep çok sevdin, bana sabırlı ve incelikli davrandın. Sana çok teşekkür ediyorum bir tanem.
Düğünümüzü anımsıyorum. Davetliler arasında olmayan Çingene çocuklar, sahneye çıkıp bizimle bir dans ettiklerinde çok kızmıştım ve sen bana demiştin ki, “ah, ne güzel bir düğün bu; çocuklar ne güzel dans ediyorlar…”
İkimiz de Alevi değiliz ve sen birçok Aleviyle komşuluk ettin, dostluk kurdun. Seni çok incittim böyle yaptığın için. Geçen hafta ilk kez bir Alevi deyişi ezberledim. Ne kadar yaşarım daha bilmiyorum ama sana söz veriyorum, neyim varsa Alevi canlarla da paylaşacağım ; aşımı, suyumu, yüreğimi…
“Bana bisiklet alır mısın?” demiştin otuzuncu doğum gününde. “El alem ne der, hem ayıp bu yaşında bisiklete binmen!” diye bağırmıştım. Ağlamıştın ve ben gözyaşlarını görmezden gelmiştim. İki ay önce, ilk kez bisiklete bindim ve kapımızın önünde bir bisiklet var şimdi…
Çocuğumuz olmadı ve kontrollerde bununla ilgili sağlık sorununun benden kaynaklandığı anlaşıldı. Beni bir kez olsun incitmedin ve dedin ki, “yetiştirme yurdundan bir çocuğumuz olsun, o çocuk ikimizin de can`ı olsun…” Seninle günlerce konuşmamıştım…
Cumartesi Anneleri`yle ilgili her haberi gözlerin dolarak takip ederdin ve ben onların terörist anneleri olduğundan öyle emindim ki. “Devlet diliyle konuşman reva mıdır, can dilidir bize yaraşan” dediğinde, seni cahillikle suçlamıştım…
Ağrılı hastalıklarında bile gülümseyendin sen; bense nezle olduğumda bile suratını asan. Yorgan döşek yattığım zamanlarda, çorba pişirememeyi sana, hiç dert etmedim…
Kırklı yaşlardaydık, bir Anneler Günü`nde dedin ki bana, “annemi çok özlüyorum… “ Daha çocukken yitirmişsin anneni ve verdiğim cevaptan bu yaşımda utanabildim daha. “mekanı cennet olsun!” Sana sımsıkı sarılamamak öyle acıtıyor ki şimdi içimi…
“Canım, gökyüzü yıldız dolu, gelsene” diye beni balkona çağırmıştın ben futbol maçı seyrederken. “Asıl yıldızlar bizim takımda; vur lan, vursana be, puu şerefsiz!” diye bağrışımı ve “senin yüzünden golü kaçırdık!” deyişimi anımsadım şimdi. Seni çok yalnız bıraktım ben…
İşaret dili öğrenmek isteyişini yadırgadım, “ne konuşulur ki sağır biriyle” dediğimde bana ilk kez acıyarak baktığını duyumsadım. Saatlerce sohbet edebildiğin sağır-dilsiz bir arkadaşın olmuştu ve ben çok şaşırmıştım…
“Beraber bir kitap okuyalım mı?” demiştin bir gün; Sabahattin Ali`nin bir öykü kitabını göstermiştin “Bir öyküyü sen bana oku, bir öyküyü ben sana okuyayım” dediğinde gülümseyerek, “saçmalama, oku istediğin kitabı; sana karışıyor muyum hiç?” dedim ve bana ilk kez sitem ettin. “Çok şey mi istedim, bir öykü bile okumuyorsun bana…”
Canım,
Üç ay önce kanser hastası olduğumu öğrendim. Kanser hastası olduğumu öğrendiğim günden beri, şimdiye dek kanser hastası olanlara verdiğim tepkileri düşündüm. “Allah yardımcıları olsun” dedim en çok. Hiçbir kanser hastasıyla empati yapmadım; sen de dahil… Hiçbir kanser hastasının elini tutmadım; sen de dahil… Kemoterapi sonraları saçları dökülen sen, benden ıhlamurlu şampuan istemiştin saç dökülmesine iyi geliyor diye. İçimden, “boşuna para veriyorum kozmetikçiye” demiştim satın alırken. Ah, budala ben… Hayata bağlılığını ve hayata bağlı olmam gerektiğini anlamam için kanser tedavisi görmem gerekiyormuş illaki…
Masal kitapları aldım bugün ve öykü kitapları. Yetiştirme yurtlarına gideceğim, hastanelere ve huzurevlerine. Kimsesiz çocuklara masallar okuyacağım, ağrısı sızısı olanlara Sabahattin Ali öyküleri ve belki de son demlerini yaşayanlara Sait Faik pasajları…
Bugün sekseninci doğum günüm ve kocan olup da eşin olamayan beni bağışlaman en güzel hediye olacaktır bana bir tanem. İçini ferah tut olur mu; kedimize iyi bakıyorum ve ona senin şiir defterinden şiirler okuyorum gece yarıları…
300 notes
·
View notes
Text
❝
Unutalım mı şimdi kente indiğimiz o ilk günü
Sabahlara kadar okuduğumuz o kitapları
Sabahlara kadar düşüncelerimizde yaşattığımız hayallerimizi
Kar aydınlığında yürüdüğümüz o yolları
Sen dostumdun benim gülünce güneşler açan
Bulutlara rüzgara asarım suretini her akşam
Her akşam mektup yazarım dağlar kadar
Kayıp bir adresten geliyor sesin şimdi, üşüyorsun
Unutma dostumsun sen, neredeysen orada ölmek isterim!
39 notes
·
View notes
Text
Bu asır zor hatta çoğunlukla “ruhum bu çağa ait değil” diye söyleniyorum. Lakin bu çağa layık görüldüm/k. Ama bu çağdayız diye mektup yazmamak olur mu ? Bu çağda çiçek açmamak olur mu? İnadına bu çağda sosyal medyadan uzak durup o aldatıcı dünyanın riyakarlığını red edeceğiz. Evlilikte ev ,araba yerine okuduğu kitapları soracağız. En sevdiği sanatçı yerine en sevdiği Sahabeyi dinleyeceğiz arkadaşlarımızdan. Kalbi, Allah bilir diyip yolumuza bakacağız. Eşcinsellik dediklerine haram diyip üstüne tek kelime etmeyeceğiz. Ağaçlardan özür dilemeyi öğreneceğiz. Efendimizin geldiği asra dönüp bakalım kendisi ateşten bir çembere düşmemiş miydi? Lakin nuruyla ahlakı tamamladı. Şimdi dönüp bakalım Kabe’nin içinde olan putlar ile elimizdeki ,kalbimizdeki putlar arasında bir fark var mi? Biz İslamı bilip biiznillah yaşayacağız. Biz Efenimize layık olmak için dualar edip bu çağa rağmen çiçek açmaya niyet edeceğiz.
14 notes
·
View notes